Taşınmaz Mülkiyetinin Kazandırıcı Zamanaşımı ile İktisabı

Taşınmaz Mülkiyetinin Kazandırıcı Zamanaşımı ile İktisabı

Kazandırıcı zamanaşımı ile mülkiyetin kazanılması ilk olarak Oniki Levha Kanunu’ nda yer almıştır. Gauis’ un “no dominia in perpetum incerta maneat fikrinin temelini oluşturduğu taşınmaz mülkiyetinin zamanaşımı ile kazanılması müessesesi günümüzde büyük önem arz etmektedir. Türk Medeni Kanunu’ nundaki kazandırıcı zamanaşımı ile iktisaba ilişkin hükümler, taşınmaz üzerindeki malik sıfatıyla zilyetliğin davasız ve aralıksız olarak belirli bir süre sürdürülmesi şatına bağlanmıştır. Kanun koyucu kazandırıcı zamanaşımını, taşınmazın tapu kütüğüne kayıtlı olup olmaması ile süre ve diğer şartlar açısından birbirinden ayırarak düzenlemiştir. Uygulamada da çok sık karşılaşılan mülkiyetin olağan ve olağanüstü zamanaşımı ile kazanılması hususunda ise büyük sorun, dava zamanaşımın kesilmesi durumudur.


I. Türk Medeni Kanunu’ nda Olağan Kazandırıcı Zamanaşımı

TMK’ nın 712.maddesinde düzenlenen olağan zamanaşımı ile taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tapu kütüğünde kayıtlı olan taşınmazlar hakkındadır. Öncelikle tapu kütüğüne kayıtlı bir taşınmazın maliki olarak kayıtlı olan kişinin, geçerli bir sebep olmaksızın taşınmaz üzerinde bu sıfatı kazanmış olması gerekir. Bunun yanı sıra, bu zilyetliğin davasız ve aralıksız on yıl süreyle iyiniyetli olarak sürdürülmesi şartı da sağlanmalıdır.


II. Türk Medeni Kanunu’ nda Olağanüstü Zamanaşımı

TMK’ nın 713.maddesinde yer alan olağanüstü zamanaşımı ile taşınmaz mal iktisabı ise tapuya kayıtlı olmayan taşınmazlar hakkında olup, iyiniyet şartı özel olarak aranmamaktadır. Kanun koyucu iktisabın gerçekleşebilmesi için, taşınmaza yirmi yıl süre ile malik sıfatıyla zilyet olma şartını aramaktadır.

 

III. Taşınmazın Zamanaşımı ile İktisabında Sürelerin Hesaplanması

TMK 714. maddesi “Kazandırıcı zamanaşımı sürelerinin hesaplanmasında, kesilmesinde ve durmasında, Borçlar Kanununun zamanaşımına ilişkin hükümleri kıyas yoluyla uygulanır. “ demektedir.

Atıf yapılan TBK’ nın zamanaşımına ilişkin hükümleri incelendiğinde, makalemizin de konusunu oluşturan zamanaşımının kesilmesi hususunun iki şekilde karşımıza çıktığı görülmektedir.

Birincisi borçlunun borcunu ikrar etme durumudur. Buna göre, borçlu borcunu açıkça ikrar edebileceği gibi; borca ilişkin faiz, kısmi ödeme yaparak, rehin vererek veyahut kefil olarak zımmi ikrarda da bulunabilir. Borçlunun bu şekilde açık ya da örtülü ikrarını gösteren işlem ve eylemleri, dava zamanaşımını kesecektir.

İkincisi ise alacaklının, borçlu aleyhine mahkemeye veya takibe başladığı durumda zamanaşımının kesildiği hükmüdür. TBK’ nın 154. maddesinin 2. fıkrasında düzenlenen “ Alacaklı, dava veya def’ i yoluyla mahkemeye ya da hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa. “ bu hükmün uygulanması, kazandırıcı zamanaşımı hususunda büyük önem arz etmektedir.


IV. “Alacaklı” Sıfatının Kazandırıcı Zamanaşımı Açısından İncelenmesi

Kazandırıcı zamanaşımında, iktisap talebinde bulunan zilyet, bu talebine dayanarak açtığı davada alacaklı konumunda mıdır, borçlu konumunda mıdır? Yargıtay içtihatlarında da sık sık karşımıza çıkan bu durum olayın niteliği gereği taraflara şüphe götürmez bir şekilde alacaklı ve borçlu sıfatının yükletilememesinden doğan bir argümandır. Doktrinde benimsenen görüş ise; gerçek hak sahibinin, zilyet aleyhine (zilyede karşı) iade davası açmış olması halinde, böyle bir dava nedeniyle yapılan her usulü işlemin zamanaşımını keseceği yönündedir. Gerçekten de gerçek hak sahibi, açacağı bu davada alacaklı sıfatına haiz olup, TBK 154.maddesinin 2.fıkrası gereğince, zamanaşımının kesilmesi uygun olacaktır.

Kazandırıcı zamanaşımından yararlanmak isteyen zilyedin konumu ile İsviçre BK’ nun 135. maddesindeki borçlunun konumu arasında, zilyedin gerçek hak sahibinin mülkiyet hakkını tanıması ile borçlunun borcunu ikrar etmesi bakımından paralellik kurulmuştur. Bu paralellik, zilyedin söz konusu davada borçlu sıfatında olduğunu ortaya koymaktadır. İsviçre Borçlar Kanunu’ ndan esinlenerek düzenlenmiş olan Türk Borçlar Kanunu’ nda da kanun koyucunun iradesini aynı yönde kabul etmek gerekir. Nitekim böyle bir açıklama yapmak da kanunun özüne uygun olan yorumu yapmak olacaktır.

Türk Hukuku açısından incelediğimizde; kazandırıcı zamanaşımı ile mülkiyetin kazanılması hususu zilyet açısından söz konusu olup, bu süre gerçek hak sahibi açısından iskati zamanaşımı mahiyetindedir. İskati zamanaşımı, belirli bir süre alacağına karşı kayıtsız ve ilgisiz kalmış olan alacaklının, yasada saptanan sürenin geçmesi ile alacağını borçludan talep etme hakkının düşmesidir. O halde taşınmazın zamanaşımı ile kazanılmasına ilişkin hükümlerde zilyet için iktisabi zamanaşımı işlerken, gerçek hak sahibi için iskati zamanaşımı süresi işleyecektir. Zilyet mülkiyeti zamanaşımıyla iktisap etse bile alacaklıya karşı borçlu sıfatı son bulmayıp, alacaklı açısından iskati zamanaşımı gerçekleştiğinden borcu eksik borca dönüşmüş olacaktır. O halde zilyedin zamanaşımına dayalı iktisap davası açması, zamanaşımı süresini kanunen kesmemelidir. Dolayısıyla açtığı dava süre şartının oluşmaması sebebiyle reddedilen zilyedin, şartın başlangıçtan itibaren gerçekleştiği tarihte tekrar dava açma hakkı bulunup, iktisap gerçekleşmesi gerekmektedir. Oysa mahkemelerimiz kanunumuzu önceki davanın kesinleşmesinden itibaren zamanaşımının yeniden işlemesi gerektiği yönünde yorumlayarak, yanlış bir şekilde uygulamaktadır.

 

V. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararının İncelenmesi

“Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay'ın ilgili tüm daireleri tutarlı bir biçimde 20 yıllık zilyetlik süresinin dava tarihine kadar gerçekleşmiş olması koşulunu aramaktadırlar. Dava açıldıktan sonra işleyen süre zilyetliğe eklenmemekte ve dava eksik süreden reddedilmektedir. Dava açılmasının doğal ve zorunlu sonucu da budur. Aynı davada eklenemeyen eksik sürenin başka bir dava açılarak eklenmesi hukukça kabul edilemez bir olgudur.”

İlgili kararın aynen alıntılanan bölümü incelendiğinde, zilyedin açtığı davanın zamanaşımını kestiği hususunun kabul edildiği görülmektedir. Oysa TBK yalnızca iki halde zamanaşımının kesileceğini düzenlemiştir. Hataya düşülen nokta da tam olarak burada kendini göstermektedir. Alacaklı ve borçlu sıfatı ayrımı gerektiği gibi yapılmamış ve davanın taraflarına bu sıfat doğru bir şekilde akdedilmemiştir.

“Kural olarak kesin hükümle sonuçlanan bir uyuşmazlığın bir daha yargı mercileri önüne getirilmesi olanaksızdır. Ancak Yargıtay tescil davasının kendine özgü ve özel kuralları olan bir dava olması nedeniyle davanın reddinden sonra tescil için öngörülen koşullarının tümünün birlikte yeniden oluşması halinde dava açılabileceğini ilke olarak kabul etmektedir. Zilyet tarafından açılan tescil davasıyla sınırlı olarak kabul edilen bu uygulama genel kuralın ayrık bir durumunu oluşturmaktadır.”

İçtihadı Birleştirme Kurulu ilgili kararında tescil davasının sui generis bir yapısı olduğunu kabul etmektedir. Kural olarak hakkında kesin hüküm verilmiş bir uyuşmazlığa dayanarak tekrar dava açılması söz konusu olursa, açılan bu dava kesin hüküm nedeniyle usulden reddedilir. Ancak tescil davası, aynı hususta bu özel yapısı yeniden dava açılmasını mümkün kılmaktadır. Öyleyse tekrar açılabilen bu dava için, zamanaşımının kesilmesi durumu da söz konusu olmadığından, zamanaşımının zilyetliğin elde edildiği tarihten itibaren hesaplanması gerekliliği de ortadadır. Nitekim amaç kişilerin mülkiyeti iktisap etmesi olmalıyken, kanundan doğan bu mülkiyet hakkının engellenmesi olmamalıdır.

Tüm bunların yanı sıra, zamanaşımı ile iktisaba ilişkin kanun hükmündeki “davasız” lafzı da, yanlış bir şekilde yorumlanmaktadır. TMK’ nın 1.maddesi yasanın sözü ile özünün birlikte yorumlanacağını hükme bağlamıştır. Dolayısıyla burada yapılması gereken yorum amaçsal yorum olmalıdır. Amaçsal yorum, kanun koyucunun iradesinin araştırılmasıdır. Kanunda zamanaşımı ile iktisapta TBK ‘ nın hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir. TBK bu konuda açık bir hüküm getirerek, alacaklının hukuki haklarına başvurmasının zamanaşımını kestiğini ifade etmiştir. O halde kanun koyucunun kazandırıcı zamanaşımı ile iktisap da davasız lafzı ile borçlunun değil alacaklının açacağı davayı kastettiğinin kabulü, kanunu amacına uygun olarak yorumlamak olacaktır. Kanun koyucunun bu iradesinin salt olarak, hiçbir davanın açılmamış olması gerektiği şeklinde sınırlandırmak, yorumda sınırı aşmak olacaktır. Kanunların yorumlanmasında sınırın aşılması, hukuk devleti içinde hukuksuzluk sonucunu doğuracak, böylece ortaya sürekli farklı içtihatlar çıkacaktır. Bu durum kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlalidir.


VI. Sonuç

Kazandırıcı zamanaşımı ile iktisap davasında, iktisap talep eden zilyet alacaklı değil borçlu konumundadır. Bundan doğan uyuşmazlıklarda alacaklı sıfatı her zaman, gerçek hak sahibine ait olup, gerçek hak sahibi açısından bu süre iskati zamanaşımı olarak işler. İskati zamanaşımı süresinin dolmasıyla borç, eksik borç haline gelir ve artık borçlu borcunu ödemeye zorlanamaz.

Türk Borçlar Kanununun da zamanaşımına ilişkin hükmünde, alacaklının açacağı davanın zamanaşımını keseceği yönünde açık bir düzenleme yer aldığından, borçlunun iktisap için açtığı davanın zamanaşımını kestiği söylenemez. Bu duruma aykırı bir şekilde verilen tüm yargı kararları, kanuna aykırıdır.

Normlar hiyerarşisinde, Anayasa TMK’ nun üstünde yer almaktadır. Kişilerin Anayasal güvence ile korunan temel hak ve özgürlüklerinin, içtihadi olarak veyahut yorum ile ihlal edilmesi düşünülemez. İlgili hükmün yorumlanmasında sınırın aşılması, hem mülkiyet hakkının, hem de kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali sonucunu meydana getirmektedir. Dolayısıyla Türk Medeni Kanunu’ nun 713. Ve 714. maddelerinin uygulanmasında hataya düşülmektedir.

YİBGK’ nın görevi, Yargıtay dairelerinin farklı uygulamalarıyla, kişilerin hak kaybına uğramalarını engellemek olup, kişilerin haklarının kullanılmasını yorumda sınırı aşarak engellemek değildir. Bu yönüyle içtihatlarında maksimum özen göstermeli ve kanun maddelerini çok doğru bir şekilde yorumlamalıdır. Aksine tutum YİBGK’ nın görevini aşıp, kanun koyucu rolünü üstlenmesi olacaktır. Özellikle de bu sebeple, kanunların yorumlanmasında kanun koyucunun gerçek iradesinin mutlak suretle araştırılması gerekmektedir.


Bu Makaleyi Paylaş